Monday, November 30, 2009

elde bir aşk, aşk olamamış
bir iş, yüz bulamamış.
kafamda bir şeyler,
konmuş, uçamamış...
avuçlarımda bir boşluk,
ayaklarımda koşup koşup sana varamamış bir yorgunluk
kamburum sensiz, gözlerim bitik.
ayaklarımı sallıyorum sabırsızlıktan, sensizlikten, yoksulluktan...
kapıları kolunu bastırdıktan sonra kapatıyorum, sessizliğim bozulmasın
spiraller çiziyorum kağıtlara, hayatıma, kafama
hep bi daire bende kavramlar
başı yok, sonu yok, geleceği yok, geçmişi yok
bir oda, beyaza boyanmış
sonsuz zemin üzerinde kaykılıp kalmışım.
gölgem düşmüyor hiçbir yere.

Monday, October 26, 2009

Avunduğun, yakıştığın ne varsa hepsi sönüp gidiyor. Birkaç kavram vardı sevdiğin. Birkaç sıfat... Onları görmüyorsun artık bu loş, kaybolmuş sahnede. Kırmızıya boyuyorum herşeyi teker teker, altındaki boyayı akıtmadan...Herşey sonradan olma şimdi benim semalarımda. Herkes bir iğreti, bir emanet. Sonradan olmuşluğun aidiyetsizliği var.
Şimdi kavramları birleştirip yenilerini elde etmeye çalışıyor içimde bir odacık. üzümden şarap da olur, sirke de. İşte bendeki yanlış burada başlıyor, yavaş yavaş anlıyorum. Sonucunu görmeden koşuyorum yine, anlamak anlamsız şu dakikada.
bende saat rakı saati şu dakikalarda. Çünkü uyuyorum, uyanıyorum, sabahı yakalayamıyorum.

Friday, October 23, 2009

şimdi ayak bileklerim çıtırdıyor bu karanlıkta yürürken yalnız. kocaman bir sesssizliğin kahramanısın sen, hiç olmadığın kadar ünlü, hiç olmadığın kadar yalnız. kocaman, tek şeritli bir yol var yürüyemediğin. yol akıyor altından. sen hep mi aynısın? paralel 2 çizgi düşün. aynı yolunda beraber ilerleyen. kesişmeyen. aynı yöne doğru giden. kavuşmayan. tekil kavramlar düşün. cümleler yok şimdi hayatında. kesik çizgiler var seni sürükleyen.senin üzerinden geçen, ama senin beklemediğin. mekansız, zamansız. kocaman gözyaşların var, görüyorum. yere düşerken kafanın eğilmesine sebep oluyor. üzgünlük artık gözyaşların senin için. içinde hissetmeden daha, kağıdındalar. zaten hep ordasın. 2boyutta sıkışıp kalmışsın. kağıtlA kavuşan sadece kalemin zaten. senin kavuştuğun sadece yalnızlığın. e sevdi bunca yalnızlığı.
Kafanda bir keman sesi. kemancıdan önce...İşte o da boşlukta savruluyor yalnızca senin için. Herşey eksikti ki. Yeni değil hiçbir şey, kafandaki yalnızlıklar kadar.
Öyle ki, denizimde kum yok, taş yok. Deniz kabuğu yok. Klişe bir iki benzetme var, eskilerden kalma. Onların içinde seçemediğim sıkıntılar.
Merdivenlerden üstüme doğru akan, köpüren sular. boyumu aşan, boyumdan küçük dalgalar.
Binbir tanımı var şu içimdeki, içinde olduğum kusurun. Uzatmamalı.

Friday, October 02, 2009

la fontaine hayvanları seslendirmiyo mu masallarında
neden sesi "masal gibi la fontaine'den" ki kızın
hayvan sesli mi diyo
ne diyo
amacı ne
neden?
çok sinirliyim
Bir durgunluk var zihnimde.
Elime kalem almamanın durgunluğu.
Klavyenin soğukluğu.
Kafamda bir top var, gider yolunu tıkayan.
Anlamsız her şey.
Yaşananlar sanki bir garip,
benden uzakta, gerçekliğini yitirmiş.
Ben, sanki sabit bir noktadayım
etrafımdakiler aynı ray üzerinde dönüyor.
Kimsenin bir yere gittiği yok,
sanal bir hareketlenme yaratıyor sadece.
Bar kapısı gibi,
menteşesi sabit,
2 yöne salınıp duruyor biri geçtiğinde.
Ne gidenin arkasından koşturabiliyor,
ne gelenin masasına oturabiliyor,
ne de geçenin elini sıkabiliyor.
Ayık, ama farkında değil.
Bir donukluk var bende, hayra alamet değil.
Dağınık cümleler var, bitmemiş.
Her şey kendi çıkarım için bu aralar.
Sevmek bile bir garip; var olmadığını yalanlamak istercesine.

Monday, September 28, 2009

İstanbul sahilinde bir köpek vardı, İstanbullu. Denize dalmış, düşünceli... Oturdu, denizi izledi saatlerce. gözleri kısıldı güneş batımında. Benim kafamda "Melancholy man" çaldı köpeğe baktıkça. Sonra ayaklandık, bizi rahatsız etmeden 2 adım önden usulca yürüdü. Bizim yanımızdan geçen umursamaz insanlara havladı... izmirliydik... istanbullu bir köpek tarafından korunduk istanbullulara karşı.

Mutluluk

Bugün birbirinden apayrı iki filmdeki "mutluluk" tanımlarını ele alacağız sevgili okurlar. Kaçıklık Diploması ve Into the Wild mevzu bahis filmler.



Kaçıklık diploması der ki; "Mutluluk tavuğun göğüs kısmını yemektir." (Gerçekten böyle diyor. Garipsemeyin lutfederim. Bir bütün gün beynimi yedi paylaşmazsam gözüm açık gidecekti=)



Into the Wild ise der ki; " Happiness only real when shared"

Böyle bir çelişkiler dünyasındayız işte. Yani nedir mutluluk? tavuğun göğsünü paylaştıkça artan bir olgu mudur? nedir? bunun cevabını istiyorum derhal! evet derhal...

Monday, September 07, 2009

devam etmek için herhangi bir tuşa basınız

Bir hayat var elimizde, şu an şuurunda olduğumuz. İçinde insanlar var. İnsancıklar var. Algılar var en çeşitlisinden. Değişik. Kelime anlamı bu. Başka ülkelerin fotoğraflarına merakla bakamayan insanlar. Ve çok ileri görüşlü bizler. Çok demokrat bizler. Kazan, aynı kazan. Beraber döndürülüyoruz uzunundan bir çubukla. Allah var, tanrı yok. Güç var. enerji var, din yok. Din var reenkarnasyon yok. Hayır yok bundan başka bir hayat. Kaldıramayız biz bunu. Biz insanlar.insancıklar. herkesin evinde boş bir duvar vardır illa ki uzun uzun bakıp düşünülebilecek, bir beyaz duvar. Tuvalette 2 dakika vardır illa ki düşünecek. Nereye koştuğunu, ya da nereye durduğunu? Nerede değil nereye durduğunu. Böyle işte. Benim gözlerim doluyor bu hayatta hep.

Friday, May 29, 2009

dostlarımla oturuyorum. Odamın bir köşesinden onları izliyorum. hayata böylesine bakan bir grup insanla beraberim bu gece ve oturuyoruz. çalışıyoruz. görevleri yerine getirmek üzere sürekli birşeylerle uğraşıyoruz. hepimiz yaptığımızın saçmalığını bilerek. ne için çabaladığımızı bilerek. ümitsiz, ama yaptığı işten zevk alan bir grup insan. son ses müzik bizi bugün burada tutan. depeche mode, queen, tool bizi burada bir arada tutan. espirilerin bir kucaklamayla onurlandırıldığı bir saçmalıktayız. tuvalette kısa kalıyoruz muhabbeti kaçırmamak için. dostuz, olabildiğince... olabildiğimiz kadar...

Monday, May 18, 2009

blank

Bugün yaralı yüzümle sesleniyorum size buradan sayın okurlar!
Bütün hafta sonu çalıştıktan sonra "bir nefes alayım" kisvesi altında Alsancak'a gitmek zaten gayet yanlış bir başlangıçtı. "hava da süpermiş Kordon'dan Konak'a yürümeli!" başlıklı insan enerjisi de cabası...
Velhasıl kelam, yürümekteyiz Kordon'dan usulca. yanımızda balıkçılar balık tutmaktalar. İçlerinden biri oltayı bir savurur, bilin bakalım kimi yakalar? oltanın 2 iğnesi kaşın ve yanağım olmak üzre yüzümün 2 yerinden şişledi beni. bildiğin yüzümde 2 olta iğnesi, etrafımda balık kokuları ne olduğumu şaşırıp kalmışım, haberim yok. Yanağımdakini çıkarmaya çalışan balıkçının çabası gözlerimi kararttıktan sonra hastaneye gitme kararı alıyoruz. Taksici dikiz aynasından bana bakıyor, el sallıyorum taksiciye kendine gelsin diye. Etrafımdakiler benden fena, kendilerine getirmeye çalışıyorum. Gülüyorum, yoksa bayılacağım, biliyorum... Bu arada kafamda bir düşünce "demek balıkların canı çok acımıyormuş" diyorum, içime serin sular serpiliyor bir an. hastaneye geliyoruz. balıkçı amcanın ayaklarına bir bakıyorum, ayakkabısını giymemiş telaştan. Acile giriyorum, boş bakıyorlar suratıma. Hemşire yüzümdekini piercing sanıyor, bağırıyorum hastanenin ortasında "Evet ben asiyim" diye. Hala saçmalıyorum. Gözüm kararıp kararıp aydınlanıyor. yüzümdeki iğneleri çıkarıyorlar, tetanoz aşısını yapmaya geliyor garip hemşire "bak böyle daha güzel oldun" diyor. sanki oltaların yüzümde kalmasında ısrarcıymışım gibi... Bu sırada yanımızdaki balıkçı amca oradaki acemi balıkçılardan birinin bunu yaptığını iddia etmekte. işimiz bitiyor, şikayetçi olmuyoruz, üstüne balıkçı amcayla fotoğraf çekiliyoruz...anı mahiyetinde... taksici bizi bekliyor dışarda. ısrar üzerine kordona geri dönüyoruz, amca bize çipura verecekmiş.körfez çipurası...Dönüyoruz kordona, dönüyoruz ve öğreniyoruz ki bizimle gelen amca yapmış bunu bana. amcaya " çok şerefsizsin amca" diyorum. kendimce çok pis kaka birşey söylüyorum. gülüyorum... o söylediğime bile içim cız ediyor, çaktırmıyorum. sonra yanımıza balıkçının arkadaşı geliyor, kendini takdim ediyor; "ben müzisyen İbrahim Çakır, gönlünüzü almak için bir parça çalacağım size!" diyor. Nitekim çipuralar bitmiş, onun yerine bir şarkı... ve torbasından mavi bir melodika çıkarıyor ve başlıyor "düriyem'in güğümleri kalaylı" yı çalmaya. Gözlerim doluyor, üzülüyorum, canımın acısı yüzümdeki yarıklardan değil, bu trajikomik ambiyanstan. Alkışlayarak katılıyorum amcanın türküsüne ve korkarak uzaklaşıyoruz usulca...
Şimdi gözüm mor, yüzümde 2 yarık, kafamda ülkemle ilgili soru işaretleri... Günlerden değişik bir gün bugün benim için...

Sunday, March 22, 2009

Bıngıldak Beyin

İnsanın kendine yetememesi ne acı bir durum. Gereksiz bir duygu. Hiçbir işe yaramıyor olma hissi... Acaba bir işe yaramak gerekli midir onu da bilmiyoruz ya, sineye çekiyoruz. İnternet çok pislik bir dünya... Televizyon ona keza... Medya elementlerine lanet okusam da bir dağ evine kapatsam kendimi. Ne fıstık gibi mankenlerden haberdar olsam, ne über sanatçılardan, ne süper tasarımcılardan... O zaman zevkli olabilir hayatı sorgulamak, yürüyüşe çıkmak falan... Şimdi her şeyin bir amacı var. Elde pet şişeyle yürümek çok eğreti bana.
Paragraf başı yapıp yeni konuya geçmek bile yeri geldiğinde koyuyor insana. Sanki o konu hakkında daha söylenebilecek milyon kelime yokmuş gibi, hunharca başka bir konuya atlamak... Lafı uzatmamak. Bence laf uzamayı gayet hak ediyor. Ama gel gör ki paragraf başlarını temiz sayfaları seviyoruz. N'apalım!kafamızdakileri anlatabilsek inci gibi, bu karmaşa son bulurdu zaten. Değil mi ama?
Özgüvensizlik şehirli hastalığı mıdır? Keşke özgüven diye bir şey olmasaydı. (okuyucuya not: diğer bir yazıda bu konu üzerine eğilinecek)Gerçekçi olunca özgüvensizlik fena yapıyor insanı. Çünkü rahatsız eden noktaların doğruluğunu o kadar iyi biliyorsun ki, kendine televizyondaki bir spikere “konuşamayacaksan neden televizyona çıktın?” dermişçesine acımasız davranabiliyorsun. Evet oluyor bu!O zaman işte ağız dolusu küfrü basmak bence gayet doğal haklardan sayılmalı. Evet Nehir yasaları yazmaya şu anda karar veriyorum. 'Ağız dolusu, tükürüklü küfretmek özgüvensiz insanın en doğal hakkıdır' burdan bildiririm.
Kafa karmaşası da cabasıdır bu gibi durumlarda. Uyumadan önce konulan hedefler, hadi kalkıp hepsini gerçekleştirelimci kalp atmacası... Hepsi işte gariban insanın umut kapısı. Pazartesi diyetleri de öyle. Şu an saat 23:50, günlerden pazar. 10 dakika sonra diyetim resmen başlamıştır.
Yok, yok hepsi sabırsızlık yüzünden! Adam ol da sabret biraz di mi? Daha yaş 22. Belki bu yaz İspanya'ya gidip hayatımın aşkıyla karşılaşacağım, ne biliyorsunuz? =)) Belki de okulu uzatıp Balçova otobüsünde karşılaşırım. Olabilir! Mümkündür! Hakkımdır!
Bir beyin buğulanması, bir buharlaşıp buharlaşıp süblimleşme hali... Kendi kendime diyorum; bak kızım, yolun yol değildir! Bilesin.
Paylaşayım dedim, belki siz de hissiyatımı paylaşıyorsunuzdur, belki yalnız değilizdir! Değil mi ağabey?

Monday, March 16, 2009

Olmalı mı olmamalı mı?

Bülent Ortaçgil diyor ki “ama ben düşünmezsem ben olamam ki” Ben de düşünüyorum ki, ben olmak uğruna bunca düşünce yüküne girmek mantıklı mıdır? Derken bakıyorum bir daha ben olmuşum bile. Saçmalayaraktan, soru soraraktan, düşünerekten... sonra bakıyorum bu bunalmış bünyem alışmış herşeye. Gülmeye başlamış, yalnızlık tanımını 3-5 parçaya ayırıp farklı zamanlarda acısını çekmeyi öğrenmiş... Hayatı daha bir gül-geç haline getirmiş-ben- Hiiç haberim bile yok...
Sonra da utanmazca hayal kırıklığına uğramaktayım prensiplerimden caydım mı? Ben de mi yozlaştım? Gibi muhabbetlere girmekteyim beynimin bir zavallı kıvrımcığında. Çünkü bu bünye alışmış, doğru olanı yapmak bunaltır, sıkkınlık gerektirir.
Neyse... bilinmiyor bu aralar ne sebeple bu denli densizim=) Sırıtmak, saçmalamak şart. Ben Bir şey öğrendiysem bunu öğrendim. Ayrıca sistemin zavallı parçaları mıyız yoksa ne?
Bir teorim daha var; Ergenliğim uzun sürdü:P hahaha buna yüksek sesle burundan ses çıkarmacalı gülebilirim.
Ortaokul yıllarında “Hüsnütalil” diye bir kavram öğrenmiştik bilmem hafızalarınızda yer edinmiş mi? Velhasılkelam, hüsnütalil, edebiyatta güzel nedene bağlama sanatıdır. O çok takılmış kafama, bilinçaltımı oymuş, oymuş. Her bir yaşanan olayı bir yere bağlayasım var. bağlamayınca beynimde ordan oraya yalpalayarak kafatasıma çarpıyorlar, nitekim fazla başağrısı yapıyor.
İşte böyle saçma bir dünya bizimkisi de. Endüstriyel tasarım yapacakmışız mezun olunca. Çok güldüm küçüklüğüme=) Lan hani sistem, tüketimcilik sana saçma geliyordu!! Neyse yine çıkarlarıma kılıf uydurmuşumdur zamanında, hatırlamıyorum şimdi. Böyle hayat... Teorilerle dolu. Atmasyon yani.
Çözdüm bak hayati! 98765432134567898776. oldum sanırım hayatı çözenler arasında. Arkadaş, demem o ki kimsenin bizi taktığı yok=) en iyisi eğlenip coşmak diyorum başka da bir şey demiyorum. Hazır izmirliyiz daha başka felsefeler aramayalım lütfen kendimize. Yüzeyden gidelim, çok dibe dalmayalım. Arada bir ne olduğunu sorgulamaksızın böğürerekten ağlayalım, bırakalım o kendisi gider, sonra yine güneş açar...
Yüksek Sadakat adlı grubumuzun bir şarkı sözü on numero, o kuple ile bitirmek isterim yazımı. Hazır yazılmışı varken kelime israfına luzum yok, daha iyisini yazmadığım sürece. Yine Uzatıyorum sanki ben sadede gelmeliyim;
“Bu evrende bir tozsun, tarih seni unutsun! Haydi gel içelim, yerlere düşelim!”
iyi gülmeceler diliyorum hepinize

Monday, March 09, 2009

imbat

sanki kapılır gibiyiz izmirin şu ılık esen rüzgarına
Ta derinden aşık, acı çeker ses çıkarmaz...
yine içten içten ısırırken izmir'in rüzgarı
biz hayranlıkla izlemekteyiz küçücük görünen martıları
kalbimizi buruşturan küçücük aşkları
özlemle karşılarız en hafif deniz kokusunda.
Sakin sadece şimdi deniz, rüzgar, martılar...
tek koşuşturan aşklar bu durgunlukta,
izmir duruyor şimdi aşklarından yorgun.
Havada bir parfüm kokusu,
herkes baygın, hayran, karışmış
hem sade, hem karışık şimdi bu kent bu mevsimde.
Kediler çatılara çıkmaya başlamadan daha
aşklar başlar bu kentte
denize bakarak rakı içmeceli, efkarlanmacalı...

Monday, February 09, 2009

çağ gelir, çağ gider...

Kasırgaların barındığı,suskun, bakakalmış bir çağın çocuklarıyız biz. Göz yakan, fakat ağlatmayan.Biz, çok konuşup hiçbir şey söylememeyi başaranlarız.Çok sevişip hissetmeyen bir insanlığız biz, bu çağın insanlarıyız. Filmlerle yaşarız.Kitapları tüketmişiz, filmlerle başlarız güne.Hemen izler, izlerken başka şeyler düşünür, sıradaki 135 dakikaya geçeriz.Kitaplar gibi yavaş akmaz hayatımız.Biz yararcıyız. Saçma kırmızı ışıklarda beklemeyiz. Hatalı sollayan dolmuşları sever arabası olmayanlarımız.Biz, hızlı bir çağın gözü yanan çocuklarıyız.Rüzgardan mıdır, ekrandan mıdır bilinmez... Dünyanın dönmeyi bıraktığı, insanların dünyayı döndürmeye çalıştığı bir döneme doğmuşuz. Biz radyasyonluyuz, kanserliyiz, depresyonluyuz. Zamanı yavaşlatmak için antidepresan atarız kimyasal yüklü sularımıza. Biz kocaman bir kavganın ortasında, televizyon karşısında yemek yiyenleriz. Çok düşünen, hiç düşünmeyen, güvenemeyen, güvenmek istemeyen, bir, birey, tek, tekil, sadeceyiz...