Monday, September 20, 2010

Hep farklı göründüler. Hep özgürlükçü, hep yenilikçi. Ama bir kelepçe vardı kafalarında, demirden. Esnemez. O yüzden göremediler ötesini. Kendilerine farklı dediler, biz de inandık.
Halbuki ben severdim insanları, evimi, sokakları...
İrdelemeye başladı insanlar; neden evdesin, neden sokaktasın, neden onu seviyorsun, neden herkesi seviyorsun, neden her şeyi seviyorsun??? Bir süre sonra nedeni olmasa da söylenecek nedenler bulduk hepimiz. Doğallık yine bozuldu. Sokaklar yine huzursuzluk doldu. Evler zaten huzursuzdu. İnsanlara baksan, onlar kusursuzdu. Kızgın, hırslı ve kusursuz... Çünkü kusursuzluğun tanımını yine onlar yazmışlardı. Neden o para hep onun oluyordu da diğerinin olmuyordu? Güzeller salaktı, salaklar çirkindi. Karpuzu kestik, içi kelek çıktı. Misafirlere ikram ettik kaçtılar, bir daha bizi ziyarete gelmediler. Sallanan sandalyemiz bize kaldı. Oh yaşasın yalnızlık! Yaşasın kusurlu huzur!
Ama ben hep gökyüzüne bakıyorum. Ohep mavi. Mavi olamadığı zamanlarda da ağlamakta. Gökyüzü benden. Gökyüzü benim. O hep kendi gibi

Sunday, September 19, 2010

Bazen dostlarımızın sıkıntılarını fantastik hikayelermiş gibi dinliyoruz, sonra da hayatımıza devam ediyoruz. Sen gibi hissedememek kadar büyük bir ihanet yokken bu dünyada, bu da ihanetin legalleştirilmiş versiyonu. Ve göz yaşartıcı herşey "normal" başlığı altında toplanmaya başlıyor. Normal şeylere kızılmaz, kabullenilir. Kabullenilir ve kızgınlık yüklenecek metalar aranır. Bulunamaz belki, kim bilir...Gerçekleri bilirken kabullenmemek yine bu çağa özgü, yeni, sakil.

Saturday, September 18, 2010

İzmir, yataktan yeni kalkmış bir kadın gibi. Makyajsız, doğal, iddiasız ve güzel. Mahmur. Uyurken sarıldığından almış huzurunu, hüznünü. Onu tanıyan sever ancak. İçten, ümitsizce, hastalıklı bir biçimde. tanımayansa geçerken bir süzer, bir içki ısmarlar, hoş sohbet eder. Ama kavrayamaz o iddiasız görünümünün altındaki olağanüstü özgüveni.

Thursday, September 16, 2010

16eylül2010.esk

Kendin olmak, kendinle kalmaktan geçiyor. Kazımak, halıların altına bakmak, yalnızlığını keşfetmek ve yalnızlığının kendin olduğunu görmek. Önce ondan nefret etmek, sonra kabullenmek, hatta birlikte vakit geçirmekten hoşlanmak.
O anda her şey kavramsallaşmaya başlıyor. Yürümek, bir yere varmak için değil. Duvarlar, salonunu kapatmak veya seni korumak için değil, uzun uzun dalıp düşünmek için, üzerine bir dörtlük karalamak için.
Bir şarkı döner durur, bulur seni, bir diğeri gelene kadar elinden o tutar. Ama hep bir şarkı vardır.

eskişehir.eylül.2010

Bu şehir beni sevmiyor. Ya da İzmir tehdit ediyor "o benim kızım, ona yn gözle bakma" diye. Ya da ben sadece bir boşluk doldurmaya çalışıyorum bu şehirle. O da içi acıya acıya reddediyor beni her seferinde.
Bir nedene ihtiyacım var kaçıp gitmek için. Uzaklaşmak için. Hayat bana neden vermiyor. Neden "neden" istediğimi sorgulamak dışında bir bok yaptığı yok. Hayat bana kediler veriyor beni seven, huzurlu, yumuşacık kediler...
Bildiğin tek şeyi yap sen dercesine. İşinde başarılı, işini seven ama sıkılmış bir ayakkabıcı gibiyim. Her dükkanı kapatmaya yeltendiğimde bir çift ayak görüyorum eşikte beni bekleyen. Erteliyorum kararlarımı, sevdiğim iş üstüme yapışıyor, gocunmuyorum.

15.09.2010

Tam ortasındayız her şeyin. Tam varıyoruz ki hedefe bir yenisi başlıyor. Bu oyun hep aynı. değişmiyor.
Rüzgarda yakalamaya çalıştığın, uçuşan evrakların gibi.
Sürekli bir farklılık, sürekli bir aynılık, sürekli bir belirsizlik, sürekli bir tekinsizlik.
Ne yöne çekersen geliyor. Aynı zamanda ne yöne çeksen gelmiyor.
Bizden bir adım önde bir noktaya ulaşmaya çalışıyoruz, ama bizimle aynı hızda, hep bir adım önde, hep yakında, hep ulaşılmaz. Ne boşver, gitti diyebilirsin, ne unutabilirsin. Hep gözünün önünde ulaşılmayı bekleyen ama ulaşılmazı oynayan bir noktacık. Ta ki vazgeçene dek...
Anlamadığım bir anlam sıkıntısı içinde dolanıp duruyorum her dakika. Bir şeyi yapmaya yelteniyorum, o şeyle yüzleştiğimde de onu gerçekten isteyip istemediğimi düşünüyorum.Sanki gerçekten istemiyorum. Gerçekten istemek de anlamını yitiriyor bir süre sonunda.

Monday, September 06, 2010

küçükken ne güzel "kafamıza çarpan" masanın kenarını döverdik. şimdiyse kalbimiz olmuş türk asfaltı. yırtılmış, yamanmış, yakılmış, ıslatılmış, susatılmış... ama muhattabı yok. ne döveceğin bir sivri masa kenarı, ne bağıracağın bir banka veznedarı. Amorf bir kalbin kristalleri, patır patır gözlerimizden dökülüyor. Karanlıkta, ılık ılık...

Sonra ağlarken espiri yapabilmeyi öğreniyorsun. Ölürken gülmeyi, gülerken üzmeyi, geçerken çizmeyi, iz bırakıp yok olmayı...
hepsi insancıl geliyor bir süre sonra. hepsi içimizden, biçimsiz, doğal ama sakil.
Tam rölantiye almışken hayatı, sıfatlar tam yeni oturmuş, rahat mıyız acaba, rahat olmasak da çok, neyse bir yerimiz var en azından derken… yalnızlık arka odada uykuya yatmış, orada ama varlığını hissettirmezken…kokum benim kokum, kimseninkiyle karışmamış, omzuma dökülen saçlar benimken…